Avrupalılar mı, Türkler mi daha Medeni? Küçük Bir Örnek…

Bugün Avrupa’daki mültecilere uygulanan insanlık dışı onlarca muameleden birine daha şahit olduk. Hollanda’da PSV taraftarı bazı insanlıktan nasibini almamış olan varlıklar düşkün, yardıma muhtaç, kendi ülkelerine sığınmış ( ölmemek ve hayatta kalmak için) göçmenlerin önüne bozuk para atıyor, göçmenlerin o paraları kapışmaları sırasında “oley” şeklinde iğrenç tezahüratını yapıyorlardı.
Olayla ilgili görüntülerin linkini üzülerek paylaşıyorum. Belki abarttığımı düşünenler olabilir diye.
https://www.youtube.com/watch?v=jWEsvclOZbQ
Sonrasında bizim ülkemizde elhamdulillah böyle olaylar yaşanmaz, bizim kültürümüz inancımız, değerlerimiz buna izin vermez diye düşündüm.
Ve medeniyetimizle her zaman olduğu gibi bir daha gurur duydum. Şükrettim.
Bizim ülkemizde böyle olayların yaşanmayacağına ilişkin inancımı destekleyen bir olayı aktarmak isterim.
Küçükken bir kurban bayramında kesilmek üzere alınan koyunu evimizin bahçesinde birkaç gün beslemiştik.
Kesileceği gün kesime giderken ben elimde otla hayvancağızı bir yerden bir yere götürüyordum, otu gösteriyordum ama yemesi için vermiyordum.
Allah kendisine hayırlı uzun ömürler versin, kıymetli babam beni uyardı :
” Evladım günahtır, hayvana otu gösterip gösterip çekme. Önüne koy yesin hayvancağız.”
Bu küçücük hadise bile elhamdulillah Avrupa ile bizim aramızdaki medeniyet farkına bir örnek olur diye düşünüyorum.
Bir tarafta bir hayvanı ot ile kandırmanın dahi günah olduğunu söyleyen Türk, diğer tarafta eğlence için önüne bozuk para atarak insanları kandıran ve bundan haz alan Avrupalı.
Hangisi daha medeni siz karar verin…
Allah’tan dileğim bizim bu güzel manevi değer ve hasletlerimizi bizden almasın.
Not: Bu arada videoda mültecilerle alay edenlere müdahale eden Avrupalıları PSV taraftarından ayırmak isterim. Aferin onlara ki insanlıktan nasipleri olduğunu göstermişler.

Ülkemizde Bulunan Mültecilere Kızan Kardeşlerime Küçük Bir Hatırlatma

Değerli kardeşlerim, ülkelerinde yaşanan savaş sebebi ile ülkelerinden zorla çıkarak ülkemize gelen mülteci kardeşlerimize kızmayalım.
Size küçük bir mülteci hikayesi anlatmak isterim.
Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi hepimiz bizim bir değerimiz olarak kabul eder ve çok severiz değil mi ?
Bırakın bizim sevmemizi tüm dünya seviyor.
Hatta Unesco bu sevgisinden ötürü 2007 Yılı’nı “Dünya Mevlana Yılı” ilan etmişti.
Şimdi size çok kısaca Mevlana Celalaeddin’-i Rumi’nin hayat hikayesinden bir bölümü sunacağım.
“Orta Asya’da, Belh şehrinde 30 Eylül 1207 târihinde dünyâya gelen ve 16 Ekim 1273 târihinde Konya’da (-66 yaşındayken-) vefât eden Mevlâna Celâleddin Muhammed, hayatının büyük kısmını Anadolu’da geçirmiştir.
Bu sebepledir ki ona Rûmî (: Anadolu-lu) nisbeti verilmiştir.
Babası Bahâeddin Veled, aynı zamanda sultan’ül-ulemâ (bilginlerin sultanı) lakabıyla anılmaktaydı çünki o devrin felsefî ve teoloji ilimlerinde tanınmış bir kimseydi.
O sıralarda gittikçe şiddetlenen Moğol istîlası sebebiyle, ihtimâl ki 1212 veyâ 1213 yılında (-ki Mevlâna bu sıralarda beş yaşlarındaydı-) âilesiyle birlikte Belh’ten ayrılarak Suriye ve Hicaz’da bir süre kaldıktan sonra Anadolu’ya gelmiş ve Konya’ya yerleşmişlerdi. Bu sırada Anadolu’da, büyük bir Türk devleti olan Anadolu Selçukluları hüküm sürmekteydi.”
Bakınız, bizim kendisi ile övündüğümüz, tasavvuf dünyamızda büyük kapılar açan büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin’-i Rumi’nin bizim topraklarımızdan bir değer olarak çıkmasında kaderinde babasının Moğol zulmünden uzaklaşmak gayesi ile ülke topraklarımıza iltica etmesi de var.
Yani Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Bahaeddin Veled yaklaşık 800 yıl önce Moğol zulmünden uzaklaşmak için bu topraklara gelmiş, iltica etmiş.
O zaman Moğol belası varmış, şimdi Rusya, ABD, Esed belası var.
Yani belanın adı değişti ama şekli değişmedi.
Rabbim kimseyi vatanından uzak bırakmasın.
Demem o ki, kardeşlerim, ülkelerinden savaş sebebi ile göç etmek zorunda kalan, kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar ülkemize geldi diye onlara kızmayalım.
Onlar muhacirler ( hicret eden, göç eden) biz de bu durumda ensar ( Arapça yardım eden demek ) oluyoruz.
Onlar mülteci olmayı seçmediler.
Bizleri ensar olarak gördüler, yardım istediler.
-Allah kendisine hayırlı uzun ömürler versin- babacığımın çok güzel bir öğüdü var, aslında Peygamber efendimizin bir hadis-i şerifi, sıklıkla tekrarlar : “ Misafir rızkı ile gelirmiş” oğlum diye.
Bir de bir atasözümüzü tekrarlar, “Misafir on kısmeti ile gelirmiş, birini yer dokuzunu bırakırmış” diye.
Dolayısı ile onlara kızmayalım.
Türk milletinin şefkat ve merhametli yüzünü onlara gösterelim.
Eğer kızacaksak ( ki bence bu duruma kızmalıyız ) Rusya , İsrail, ABD, Esed gibi kendi çıkarları için aciz durumda, güçsüz, bu kirli savaşla ilgisi olmayan yüzbinlerce insanın kadın çocuk demeden katledilmesine sebep olan ve onların kanı üzerinden kendi kirli emellerini gerçekleştirmeye çalışan kan emici ülkeler ve liderlerine kızalım.
Dedim ya mülteci olmak bir tercih değil, bir dramın sonucu aslında…
Dua olarak da şunları eklemek isterim: “ Ya Rabbi mazlumları ( zulme uğrayanları ) himaye et, koru, onlara insaflı, vicdanlı ensar kardeşleri ile yardımını ulaştır. Zalimleri, eli masum insanların kanı ile kirlenmiş olanları da hem bu dünyada hem ahirette kahhar isminle perişan eyle. Amin.

Bir Emlak Tanıtımı ve Düşündürdükleri Üzerine

Bugün Düzce’de bulunan bir sitenin tanıtım sayfası ile facebook ortamında karşılaştım.
Meraktan nasıl tanıtım yapılmış diye baktım ve bir şok yaşadım.
Muhtemelen yeni mezun bir reklam ve tanıtım ile ilgili bir bölümden mezun bir kişiye yazdırıldığını düşündüğüm şu satırlarla karşılaştım.
Aynen aktarıyorum :
1. “Şık mutfak dolaplarınızı bütün komşularınız çok konuşacak.”
Ben mutfağı yemek yapılan ve isteğe göre yapılan yemeklerin yenildiği bir ortam olarak biliyordum.
Meğer yanılmışım.
Mutfak, dolapları ile konu komşuya hava atılan bir mekanmış. Hayret !
Bu metin gerçekten bize hitap ediyor mu? Bizi yansıtıyor mu ? Eğer bizi yansıtıyorsa biz ne ara bu kadar görgüsüz olduk?
Eğer reklam metnini yazan kişinin görgüsüzlüğü ise katlanabilirim belki ama eğer bu ilandaki satırlardan etkilenip bu daireleri almaya giden insanlar varsa ” yani şu siteden daire alalım, gelen misafirler mutfak dolaplarımızı günlerce konuşsun” diyorlarsa, bir bu kişileri acilen psikoloğa gönderelim ikincisi hemen eski milli ve manevi değerlerimize döneceğimiz yoğun bir eğitim sürecine geçelim.
2. “Membran kapaklı vestiyer daha kapıdan içeri girer girmez sizi yüklerinizden kurtaracak”.
Vestiyer benim bildiğim kadarı ile genellikle kapının yanında duran içerisine ayakkabı, palto ceket vb eşyalarımızı koyabildiğimiz bir mobilya, eşya.
Ama burada da yanılmışım sanırım.
Çünkü bu metinde öyle bir anlatılmış ki, zannedersin kapıdan girince vestiyer dile gelip “ Hoş geldiniz, gününüz nasıl geçti, verin elinizdekileri, sizi yüklerinizden kurtarayım” diyecek.
Yahu yok böyle bir dünya.
Vestiyer beni yüklerimden kurtarmayacak, sadece elimdeki eşyaları koyacağım masa, sandalye gibi bir ağaç mobilya ürünü.
Metni yazan arkadaşa nasıl gaz verdilerse arkadaş tanıtım işini abartıp bire beş katıp ürünün tanıtımını abartmış.
Reklam metin yazarlığı derslerini bir daha gözden geçirmemiz gerekecek sanırım.
Netice-i kelam bu inşaat firmasının satmak istediği konaklar hakkında hazırladığı site bana iki şeyi sorgulattı:
1. Tanıtım işi sadece abartmakla olmaz. Tanıtım ciddi iştir. Marka vaatlerini belirlerken abartıya kaçmamak önemlidir.
2. Modernizm, çağdaşlık, yeni yaşam tarzı gibi söylemlerle bize satılan şeylerin birçoğunda aslında bize sunulanın görgüsüzlük, insanları materyalleştirme çabaları olduğu gerçeği…

Güçlü – Zayıf Olmak ve Haklı – Haksız Olmak Üzerine

Okuduğum bir kitapta antik Yunan döneminde filozofların ülke yönetimi hakkında aralarındaki tartışmalara değinmişler.
Enteresan geldi.
Bundan 2300 küsur yıl önce de insanlığın yönetilme ile ilgili sorunları aynı imiş anlaşılan.
Alıntı aynen şöyle:
“Atina’da demokrasi ile felsefenin savaşta olduğu yıllarda Sofistler arasında iki düşünce çatışıyordu.
Bunlardan birine göre, insanlar doğuştan beri iyi ve eşittirler; toplumun kötü düzeni onları bozmakta, güçlüler güçsüzleri ezip, kanunlar güçlülerin elinde güçsüzlere karşı bir silah olmaktadır.
Öteki düşünceye göre ise , insanlar doğuştan ne iyi ne de eşittirler. Yalnız güçlü ve güçsüzler vardır, güçlünün güçsüzü yönetmesi, ezmesi tabiat gereğidir ve doğrudur, insan haklı olmaya değil kuvvetli olmaya bakmalıdır.
Bu iki düşünceden biri daha çok Atina öteki daha çok Sparta devletinden örnek alıyordu.
Biri daha çok halkçıların, öteki daha çok aristokratların ya da zenginlerin faydalandıkları görüşlerdir.”
Bu yazıyı okuyunca günümüzde de aynı görüşlerin aslen mevcut olduğunu gördüm.
Şimdi zalim devletlerin nasıl mazlumu ezdiğini daha iyi anlıyorum.
Zalimler için mazlumları ezmek gerçekten bu işin doğası, zalimlere göre önemli olan hak ve hukuk değil, güçlü olmak. öyle ya kuvvetli olunca zaten sen haklı oluyorsun.
Sonra yetiştirildiğim İslam medeniyetinin bu konularda ne kadar aydınlatıcı ve ilerici olduğunu düşündüm.
Çünkü İslam dininde ise güçlü olmak değil Hakk’a uygun davranmak önemli idi.
Haksız olan devletin idarecisi olsa haklı olan da gariban, sıradan maddi olarak gücü kuvveti olmayan bir kişi de olsa farketmezdi.
Önemli olan tarafların kim olduğu değil, Hakk’ın kimden yana olduğu idi.
Ne güzel.
Adalet önemli. Adalet olmadı mı aile hayatı da, iş hayatı da kamu hayatı da olmuyor azizim.

Hey gidi Devlet-i Aliye -i Osmaniyye… Ne yüce ahlak sahibi imişsiniz.

“Oğlum içimizde adam olmak, bu yüzden geçinmek ve feyz almak istersen, işine devam etmek, ustanın sözünden çıkmamak, onu hoşnut etmek, yalan söylememek, kimseye özür ve hile yapmamak, namâzına devam ve dinî vazifelerine dikkat ederek ticaretini yürütmek, gelen müşterilerin büyüklerine, ihtiyarlarına peder ve vâlide, gençlerine birâder ve hemşîre muâmelesi göstermek lazımdır. Seni göreyim oğlum”
Yukarıdaki satırlar Osmanlı loncalarında bir çocuk merasimle işe başlarken, kendisine lonca kethüdası tarafından bulunulan nasihat imiş.
Sanki bir babanın evladına nasihati gibi.
Ticaretten bahsediyor ama namaza devam dini vazifeyi aksatma diyor.
İşini yaparken hile karıştırma diyor.
Ustanın sözünden çıkma ki “usta – çırak” ilişkisi bozulmasın diyor.
Hey gidi Osmanlı, üzerinden asırlar geçmesine rağmen medeniyette 2016 dünyası senden geride.
Osmanlı ile ilgili öğrendiğim her yeni bilgide, hayretler içinde kalıyorum.
Ne büyük saadet böyle bir ecdadın torunları olabilmek.
Rabbim makamınızı ali eylesin ecdad, bizleri de sizlere layık torunlar kılsın. Amin.

Anne Sevginiz Kaç Ayar? Kaç Karat?

Başlık biraz tahrik edici ve manipülatif gözükebilir, hatta öyle de.
Ama bunlar benim savunduğum görüşler değil tabii ki.
Sadece bugün gelen bir reklam mesajının bana düşündürdükleri.
Telefonuma gelen mesajı aynen paylaşıyorum:
” Mağazamıza gel. Anneler gününde anneni ne kadar sevdiğini göster. ABC KUYUMCULUK”
O kadar rahatsız oldum ki bu mesajdan.
Zaten tüketiciye emir veren reklamlara ifrit olurum.
Şunu yap, çabuk ol, sakın zap yapma, benim ürünümü al, gel annene olan sevgini altın alarak göster gibi kaba saba mesajlar tepemi attırıyor.
İçimden “ Ey firmalar tüketici sizin yukarıdan aşağıya emir vereceğiniz köleler değil” diyesim geliyor, sonra bu düşüncemi içime atıp devam ediyorum.
Sonuçta çoğu böyle yapıyor hangi birine söyleyeyim?
Kapitalist ve materyalist sistemin bizi ne hale getirdiğine mi kızsam, yıllarımı verdiğim halkla ilişkiler disiplininin de bu gibi mesajların hazırlanmasına verdiği katkıya mı üzülsem, yitirdiğimiz değerlerimize mi üzülsem bilemedim.
Diyor ki bana ABC Kuyumculuk, anneni ne kadar seviyorsun?
Çok mu, o halde şimdi kalk yerinden, mağazamıza gel.
Kredi kartını tak pos makinesine ve annene olan sevginin kaç haneli karşılığı var görelim.
Desem ki “anneme olan sevgim sizin dükkanınızdaki altınların hepsinin maddi değerinden daha çok”
Ya da; “Bana bütün bu dükkandaki altınları vereceğini söyleseniz, annemin sevgisinin yanında bu çölde kum tanesi gibi kalır” desem acaba Çoklar Kuyumculuk satış personeli bana nasıl tepki verir?
Anneler günü, babalar günü gibi günlerin satış pazarlama alanında önemli bir araç olduklarını biliyoruz.
Çok şükür ki ailemizde böyle günlerde birbirimize sevgimizi anlatmak için hediye almıyoruz.
Hatta bugünlere özel “seni seviyorum” deme ihtiyacı da duymuyoruz.
Çünkü anne veya babama sevgimi göstermek için Mayıs ayının ikinci pazarını beklememe gerek yok.
Annemi, babamı geçen pazar da seviyordum, ondan önceki pazar da, 20 yıl önceki pazar da.
O yüzden bugünlere özel tekrar hatırlatmama gerek yok.
Ve ne mutlu ki, ne çok kıymetli babacığımın, ne de çok kıymetli anacığımın da biz evlatlarından böyle bir talebi yok.
Hatta acaba anacığım böyle bir günde bir hediye ile anılmak ister mi diye bir sefer kendisine sorduğumda “ Yok oğlum ne gereği var, bizi ne kadar sevdiğinizi biliyoruz, özel bir güne gerek yok” demişti kocaman yüreği ile.
Canım anacığım.
Demem o ki ABC kuyumculuk ve benzeri pırlanta, değerli eşya mağazaları, anacığım gibi bilinçli, materyalizmin tuzaklarına düşmemiş, tasarruf ve kanaatın zirvesini yaşamış, hayatlarında geçimlerini helal yoldan kazanmış, parayı zor kazanıp zor harcamış, sevdiklerine sevgisini materyal unsurlarla, beyaz eşya ile, altınla, pırlanta ile değil bilakis sevdiklerine verdikleri değer ve davranışlarla gösteren bir neslin çocuklarını bu reklamlarla etkileyemezsiniz.
Bence strateji değiştirin.
Bizlerin anne ve babasına duyduğu değer karatla, altın gramı veya ayarı ile ölçülmüyor.
Yani sizin anlayacağınız bizden size ekmek çıkmaz vesselam…