TÜKENMİŞLİK ve ÇAĞRI MERKEZLERİ ÜZERİNE AKADEMİK BİR BAKIŞ KONULU SUNUMUM HAKKINDA

Değerli okuyucular bugün (12.02.2018) tarihinde 112 Günü Kutlamaları vesilesi ile Düzce 112 Acil Çağrı Merkezi’nin davetlisi olarak “Tükenmişlik ve Çağrı Merkezleri Üzerine Akademik Bir Bakış” adlı sunumumu gerçekleştirdik.

Etkinliğe Düzce Valimiz Sayın Zülkif DAĞLI ve il protokülü mensuplarının yanı sıra 112 Acil Çağrı merkezi çalışanları katılım gösterdiler.

Sunumum kapsamında akademik anlamda Türkiye’de çağrı merkezi sektörü ile ilgili yapılmış akademik çalışmalardan bahsettikten sonra tükenmişliğin boyutları, tükenmişliğe sebep olan unsurlar ve 112 Çağrı merkezlerinde önemli stres kaynaklarından biri olan “asılsız  çağrılar ve asılsız çağrıların önlenmesi” üzerine dünyada yapılmakta olan çalışmalardan örnekler vermeye çalıştım.

Benim için son derece güzel bir etkinlik oldu.

Umarım dinleyenler için de faydalı olmuştur.

Bu vesile ile etkinliğe ev sahipliği yapan 112 Acil Çağrı Merkezi Müdürü Süleyman ÜNAL ve çağrı merkezi çalışanlarına teşekkür ederim.

Etkinlik hakkında yapılan haberler:

http://www.duzce.gov.tr/valimiz-sayin-zulkif-dagli-112-gunu-kapsaminda-duzce-112-acil-cagri-merkezinde-duzenlenen-programa-katildi

http://www.milliyet.com.tr/112-gunu-kutlandi-duzce-yerelhaber-2590873/

 

BEŞ SAAT KURALI

İş dünyasının başarılı liderlerinin haftanın 5 saatini iş harici kendi kişisel gelişimleri için harcadıklarına ilişkin bir bilgi elimizde bulunmaktadır.

Bu kurala da “beş saat kuralı” denmektedir.

Aşağıda bu konu ile ilgili kısa ve öz bilgilerin paylaşıldığı bir yazıyı bulabilirsiniz.

Yazıyı hazırlayan Oya Bengi’dir. Yazının gerçek yazarları ise Empact kurucu ortağı Michael Simmons ile Ian Chew ve Shizuka Ebata tarafından yazılmıştır.

Bill Gates, Warren Buffett ve Oprah Winfrey, hepsi 5-Saat Kuralı’nı uyguluyor / Bill Gates, Warren Buffett, and Oprah Winfrey All Use the 5-Hour Rule

İş dünyasının önde gelen liderleri, haftada beş saatini çoğunlukla bilinçli ve amaca yönelik öğrenme için harcıyor.

“Malcolm Gladwell Bizi Yanlış Anladı” başlıklı makalede, 10.000 – Saat Kuralı’nın peşine düşen araştırmacılar yanlış bilinen bir gerçeği açığa çıkardı: Dünya çapında en iyi olmak için, farklı çalışma alanları farklı miktarlarda bilinçli ve amaca yönelik sürekli bir performans gerektirmektedir.

Eğer 10.000 saat tüm çalışma alanlarında geçerli mutlak bir kural değilse, iş dünyasında dünya çapında en iyi olmak gerçekten ne kadar sürer?

Geçtiğimiz yıl boyunca, bilinçli ve amaca yönelik sürekli bir performans uygulama kuralını anlamak için, Elon Musk, Oprah Winfrey, Bill Gates, Warren Buffett ve Mark Zuckerberg dahil olmak üzere, büyük beğeni toplayan birçok iş dünyası liderinin kişisel geçmişlerini araştırdım.

Yaptığım araştırma akademik bir çalışma niteliği taşımasa da, gerçek şu ki, şaşırtıcı bir modeli ortaya çıkardı.

Bu liderlerin birçoğu, son derece yoğun olmalarına rağmen, tüm kariyerleri boyunca günde en az bir saatini (ya da haftada beş saatini) bilinçli ve amaca yönelik sürekli bir performans veya öğrenme olarak sınıflandırılabilecek etkinlikler için ayırmaktadır.

Bu olguyu beş-saat kuralı olarak adlandırıyorum.

En etkili liderlerin beş-saat kuralını uygulama yöntemi

Beş-saat kuralı, takip ettiğim liderler için genellikle üç aşamadan oluşmaktadır: okuma, tefekkür (derinlemesine ve dikkatli düşünme) ve deneyimleme

1. Okuma

Bir HBR makalesine göre, “Nike’ın kurucusu Phil Knight kendi kütüphanesine öylesine saygı gösterir ki bu yüzden içeri girerken ayakkabılarınızı çıkarmak ve başınızı eğerek selamlamak zorundasınız.”

Oprah Winfrey, pek çok başarısını kitaplara atfeder: “Kitaplar kişisel özgürlüğe erişim için yetki belgemdir.” Kitap okuma alışkanlığını kendi kitap kulübü aracılığıyla tüm dünya ile paylaşmaktadır.

Sadece bu ikisi değil. Diğer milyarder girişimcilerin olağanüstü okuma alışkanlıklarını göz önüne alalım:

Mark Cuban her gün üç saatten fazla okuyor.

Home Depot’un kurucularından Arthur Blank günde iki saat okuyor.

Milyarder girişimci David Rubenstein haftada altı kitap okuyor.

Kendi çabaları ile milyarder olan Cleveland Cavaliers’ın sahibi Dan Gilbert günde bir ya da iki saat okuyor.

2. Tefekkür

Diğer aşamada, beş- saat kuralı, tefekkür ve düşünme zamanı biçimindedir.

AOL CEO’su Tim Armstrong, kıdemli elemanlarından oluşan ekibine sadece düşünmek için haftada dört saat harcattırıyor. Jack Dorsey müdavim bir gezgin. LinkedIn CEO’su Jeff Weiner günde iki saatlik düşünme zamanı planlıyor. 250.000.000 $’lık şirket O2E Brands’in kurucusu Brian Scudamore haftada 10 saatini sadece düşünmek için harcıyor.

Reid Hoffman bir fikri enine boyuna düşünmek için yardıma ihtiyacı olduğunda arkadaşlarından birini arıyor: Peter Thiel, Max Levchin veya Elon Musk. Milyarder Ray Dalio bir hata yaptığında, onu şirketteki tüm çalışanlara açık bir sistemin içine kaydeder. Daha sonra, ekibi ile kök nedeni bulmak için program yapar. Milyarder girişimci Sara Blakely uzun süredir günlük tutmaktadır. Bir röportajında, başına gelen kötü olayları ve bunun sonucunda gelişen becerilerini kaydettiği 20’den fazla (kitapboyu) dizüstü bilgisayarı olduğunu paylaşmıştı.

3. Deneyimleme

Beş saat kuralı, son olarak, hızlı deneyimleme biçimindedir.

Ben Franklin, tüm yaşamı boyunca, faaliyetlerini aynı görüşteki kişilerle yöneterek ve kendi ahlaki standartlarına dayanarak, deneyimleme için zaman ayırmıştır. İyi bilindiği gibi, Google, çalışanlarının çalışma sürelerinin yüzde 20’sinde yeni projeleri deneyimlelerine izin vermektedir. Facebook, mühendislerinin kendi ekiplerinden ayrılarak seçtikleri bir yan projede çalışmalarına izin veren bir firma-içi yaklaşım olan, Hack-a-Month’u uygulayarak deneyimlemeyi teşvik etmektedir.

Deneyimlemenin en mükemmel örneği Thomas Edison olabilir. Bir dahi olmasına rağmen, Edison yeni buluşlara tevazu ile yaklaşmıştı. O her türlü olası çözümü belirleyecek ve daha sonra sistematik olarak bunların her birini test edecekti. Onun biyografini yazan yazarlardan birine göre, “Zamanının teorilerini anlamış olmasına rağmen, bilinmeyen problemlerin çözümünde onları işe yaramaz buluyordu.”

O bu yaklaşımı öyle abartmıştı ki, rakibi, Nikola Tesla, deneme-yanılma yaklaşımı hakkında şunu söylemek zorunda kalmıştı: “Eğer [Edison] samanlıkta bir iğne bulmak zorunda olsaydı, onun en yüksek ihtimalle nerede olduğuna yönelik durmaksızın akıl yürütecekti. Aradığı nesneyi buluncaya kadar, her bir samanı tek tek incelemek için telaşlı bir arı titizliği ile hemen işe koyulacaktı. “

Beş -saat kuralının gücü: gelişme hızı

İş dünyasında beş- saat kuralını uygulayan insanların bir avantajı var. Bilinçli ve amaca yönelik sürekli bir performans fikri, genellikle, çok çalışma ile karıştırılır. Ayrıca, çoğu profesyonel gelişmeye değil üretkenlik ve verimlilik üzerine odaklanır. Sonuç olarak, haftada sadece beş saat bilinçli ve amaca yönelik öğrenme sizi farklı kılabilir.

Milyarder girişimci, Marc Andreessen son röportajında gelişme hızı hakkında etkili bir biçimde konuştu. “22 yaşında şirket kurucusu olma modelinin /efsanesinin tamamen abartıldığını düşünüyorum … Sanırım, beceri edinimi, kelimenin tam anlamıyla becerileri ve neyin nasıl yapıldığını öğrenme ve geliştirme, kesinlikle önemli ölçüde hafife alındı. Havuza balıklama atlayanların gerçekte boğuluyor olmasından dolayı, insanlar bilinmeyen bir havuza aniden ve hazırlıksız atlanmasına, açıkça, gereğinden fazla değer veriyor. Mark Zuckerberg hakkında bu kadar çok hikaye olmasının sebebi de bu. Çok fazla Mark Zuckerberg yok. Çoğu hala havuzda, yüzü aşağıya bakacak şekilde suyun üzerinde duruyor. Bu nedenle, beceri kazanmak birçoğumuz için iyi bir fikir.”

Daha sonra röportajında şunları ekliyor, “Gerçekten çok iyi CEO’lar, eğer onlarla vakit geçirseydiniz — bunun bugün Mark [Zuckerberg] için ya da günümüzdeki veya geçmişteki herhangi bir ünlü CEO için geçerli olduğunu görecektiniz– bir şirketin işletilmesine yönelik gerçekten ansiklopedik bir bilgi seviyesine sahiptir, ve bunların hepsini 20’li yaşlarınızın ilk yıllarında idrak etmeniz gerçekten çok zordur. Çoğu insan için daha mantıklı yol, beş ila 10 yılı beceri kazanmak üzere geçirmektir.”

Beş –saat kuralını egzersiz yapma ile aynı şekilde değerlendirmemiz gerekir

Sürdürülebilir ve başarılı bir kariyere sahip olmak için, “Hayat boyu öğrenme yararlıdır” klişesinin ötesine geçip, normal bir insan için gerekli olan günlük minimum öğrenme miktarı hakkında daha derinlemesine düşünmeliyiz.

Fiziksel olarak sağlıklı bir yaşam sürdürmemiz için tavsiye edilen günlük minimum vitamin dozu, adım sayısı ve aerobik egzersizleri olduğu gibi, sağlıklı bir yaşamı verimli bir şekilde sürdürmek için, bizler, bir bilgi toplumu olarak, bilinçli ve amaca yönelik öğrenmenin minimum miktarına yönelik düşünme şeklimizde daha titiz olmalıyız.

Bilgi ve beceri kazanmamanın uzun vadeli etkileri, sağlıklı bir yaşam tarzına sahip olmamanın uzun vadeli etkileri kadar sinsidir. AT & T’nin CEO’su bu konuyu New York Times’a verdiği bir röportajda şöyle açıklar; haftada en az beş ila 10 saatini çevrimiçi öğrenmeye harcamayanlar “teknolojik olarak kendilerini bertaraf edeceklerdir.”

– Bu makale, Empact kurucu ortağı Michael Simmons ile Ian Chew ve Shizuka Ebata tarafından yazılmıştır.

Yazının orjinal linki aşağıdaki gibidir:

Avrupalılar mı, Türkler mi daha Medeni? Küçük Bir Örnek…

Bugün Avrupa’daki mültecilere uygulanan insanlık dışı onlarca muameleden birine daha şahit olduk. Hollanda’da PSV taraftarı bazı insanlıktan nasibini almamış olan varlıklar düşkün, yardıma muhtaç, kendi ülkelerine sığınmış ( ölmemek ve hayatta kalmak için) göçmenlerin önüne bozuk para atıyor, göçmenlerin o paraları kapışmaları sırasında “oley” şeklinde iğrenç tezahüratını yapıyorlardı.
Olayla ilgili görüntülerin linkini üzülerek paylaşıyorum. Belki abarttığımı düşünenler olabilir diye.
https://www.youtube.com/watch?v=jWEsvclOZbQ
Sonrasında bizim ülkemizde elhamdulillah böyle olaylar yaşanmaz, bizim kültürümüz inancımız, değerlerimiz buna izin vermez diye düşündüm.
Ve medeniyetimizle her zaman olduğu gibi bir daha gurur duydum. Şükrettim.
Bizim ülkemizde böyle olayların yaşanmayacağına ilişkin inancımı destekleyen bir olayı aktarmak isterim.
Küçükken bir kurban bayramında kesilmek üzere alınan koyunu evimizin bahçesinde birkaç gün beslemiştik.
Kesileceği gün kesime giderken ben elimde otla hayvancağızı bir yerden bir yere götürüyordum, otu gösteriyordum ama yemesi için vermiyordum.
Allah kendisine hayırlı uzun ömürler versin, kıymetli babam beni uyardı :
” Evladım günahtır, hayvana otu gösterip gösterip çekme. Önüne koy yesin hayvancağız.”
Bu küçücük hadise bile elhamdulillah Avrupa ile bizim aramızdaki medeniyet farkına bir örnek olur diye düşünüyorum.
Bir tarafta bir hayvanı ot ile kandırmanın dahi günah olduğunu söyleyen Türk, diğer tarafta eğlence için önüne bozuk para atarak insanları kandıran ve bundan haz alan Avrupalı.
Hangisi daha medeni siz karar verin…
Allah’tan dileğim bizim bu güzel manevi değer ve hasletlerimizi bizden almasın.
Not: Bu arada videoda mültecilerle alay edenlere müdahale eden Avrupalıları PSV taraftarından ayırmak isterim. Aferin onlara ki insanlıktan nasipleri olduğunu göstermişler.

Ülkemizde Bulunan Mültecilere Kızan Kardeşlerime Küçük Bir Hatırlatma

Değerli kardeşlerim, ülkelerinde yaşanan savaş sebebi ile ülkelerinden zorla çıkarak ülkemize gelen mülteci kardeşlerimize kızmayalım.
Size küçük bir mülteci hikayesi anlatmak isterim.
Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi hepimiz bizim bir değerimiz olarak kabul eder ve çok severiz değil mi ?
Bırakın bizim sevmemizi tüm dünya seviyor.
Hatta Unesco bu sevgisinden ötürü 2007 Yılı’nı “Dünya Mevlana Yılı” ilan etmişti.
Şimdi size çok kısaca Mevlana Celalaeddin’-i Rumi’nin hayat hikayesinden bir bölümü sunacağım.
“Orta Asya’da, Belh şehrinde 30 Eylül 1207 târihinde dünyâya gelen ve 16 Ekim 1273 târihinde Konya’da (-66 yaşındayken-) vefât eden Mevlâna Celâleddin Muhammed, hayatının büyük kısmını Anadolu’da geçirmiştir.
Bu sebepledir ki ona Rûmî (: Anadolu-lu) nisbeti verilmiştir.
Babası Bahâeddin Veled, aynı zamanda sultan’ül-ulemâ (bilginlerin sultanı) lakabıyla anılmaktaydı çünki o devrin felsefî ve teoloji ilimlerinde tanınmış bir kimseydi.
O sıralarda gittikçe şiddetlenen Moğol istîlası sebebiyle, ihtimâl ki 1212 veyâ 1213 yılında (-ki Mevlâna bu sıralarda beş yaşlarındaydı-) âilesiyle birlikte Belh’ten ayrılarak Suriye ve Hicaz’da bir süre kaldıktan sonra Anadolu’ya gelmiş ve Konya’ya yerleşmişlerdi. Bu sırada Anadolu’da, büyük bir Türk devleti olan Anadolu Selçukluları hüküm sürmekteydi.”
Bakınız, bizim kendisi ile övündüğümüz, tasavvuf dünyamızda büyük kapılar açan büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin’-i Rumi’nin bizim topraklarımızdan bir değer olarak çıkmasında kaderinde babasının Moğol zulmünden uzaklaşmak gayesi ile ülke topraklarımıza iltica etmesi de var.
Yani Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Bahaeddin Veled yaklaşık 800 yıl önce Moğol zulmünden uzaklaşmak için bu topraklara gelmiş, iltica etmiş.
O zaman Moğol belası varmış, şimdi Rusya, ABD, Esed belası var.
Yani belanın adı değişti ama şekli değişmedi.
Rabbim kimseyi vatanından uzak bırakmasın.
Demem o ki, kardeşlerim, ülkelerinden savaş sebebi ile göç etmek zorunda kalan, kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar ülkemize geldi diye onlara kızmayalım.
Onlar muhacirler ( hicret eden, göç eden) biz de bu durumda ensar ( Arapça yardım eden demek ) oluyoruz.
Onlar mülteci olmayı seçmediler.
Bizleri ensar olarak gördüler, yardım istediler.
-Allah kendisine hayırlı uzun ömürler versin- babacığımın çok güzel bir öğüdü var, aslında Peygamber efendimizin bir hadis-i şerifi, sıklıkla tekrarlar : “ Misafir rızkı ile gelirmiş” oğlum diye.
Bir de bir atasözümüzü tekrarlar, “Misafir on kısmeti ile gelirmiş, birini yer dokuzunu bırakırmış” diye.
Dolayısı ile onlara kızmayalım.
Türk milletinin şefkat ve merhametli yüzünü onlara gösterelim.
Eğer kızacaksak ( ki bence bu duruma kızmalıyız ) Rusya , İsrail, ABD, Esed gibi kendi çıkarları için aciz durumda, güçsüz, bu kirli savaşla ilgisi olmayan yüzbinlerce insanın kadın çocuk demeden katledilmesine sebep olan ve onların kanı üzerinden kendi kirli emellerini gerçekleştirmeye çalışan kan emici ülkeler ve liderlerine kızalım.
Dedim ya mülteci olmak bir tercih değil, bir dramın sonucu aslında…
Dua olarak da şunları eklemek isterim: “ Ya Rabbi mazlumları ( zulme uğrayanları ) himaye et, koru, onlara insaflı, vicdanlı ensar kardeşleri ile yardımını ulaştır. Zalimleri, eli masum insanların kanı ile kirlenmiş olanları da hem bu dünyada hem ahirette kahhar isminle perişan eyle. Amin.

Hey gidi Devlet-i Aliye -i Osmaniyye… Ne yüce ahlak sahibi imişsiniz.

“Oğlum içimizde adam olmak, bu yüzden geçinmek ve feyz almak istersen, işine devam etmek, ustanın sözünden çıkmamak, onu hoşnut etmek, yalan söylememek, kimseye özür ve hile yapmamak, namâzına devam ve dinî vazifelerine dikkat ederek ticaretini yürütmek, gelen müşterilerin büyüklerine, ihtiyarlarına peder ve vâlide, gençlerine birâder ve hemşîre muâmelesi göstermek lazımdır. Seni göreyim oğlum”
Yukarıdaki satırlar Osmanlı loncalarında bir çocuk merasimle işe başlarken, kendisine lonca kethüdası tarafından bulunulan nasihat imiş.
Sanki bir babanın evladına nasihati gibi.
Ticaretten bahsediyor ama namaza devam dini vazifeyi aksatma diyor.
İşini yaparken hile karıştırma diyor.
Ustanın sözünden çıkma ki “usta – çırak” ilişkisi bozulmasın diyor.
Hey gidi Osmanlı, üzerinden asırlar geçmesine rağmen medeniyette 2016 dünyası senden geride.
Osmanlı ile ilgili öğrendiğim her yeni bilgide, hayretler içinde kalıyorum.
Ne büyük saadet böyle bir ecdadın torunları olabilmek.
Rabbim makamınızı ali eylesin ecdad, bizleri de sizlere layık torunlar kılsın. Amin.

Anne Sevginiz Kaç Ayar? Kaç Karat?

Başlık biraz tahrik edici ve manipülatif gözükebilir, hatta öyle de.
Ama bunlar benim savunduğum görüşler değil tabii ki.
Sadece bugün gelen bir reklam mesajının bana düşündürdükleri.
Telefonuma gelen mesajı aynen paylaşıyorum:
” Mağazamıza gel. Anneler gününde anneni ne kadar sevdiğini göster. ABC KUYUMCULUK”
O kadar rahatsız oldum ki bu mesajdan.
Zaten tüketiciye emir veren reklamlara ifrit olurum.
Şunu yap, çabuk ol, sakın zap yapma, benim ürünümü al, gel annene olan sevgini altın alarak göster gibi kaba saba mesajlar tepemi attırıyor.
İçimden “ Ey firmalar tüketici sizin yukarıdan aşağıya emir vereceğiniz köleler değil” diyesim geliyor, sonra bu düşüncemi içime atıp devam ediyorum.
Sonuçta çoğu böyle yapıyor hangi birine söyleyeyim?
Kapitalist ve materyalist sistemin bizi ne hale getirdiğine mi kızsam, yıllarımı verdiğim halkla ilişkiler disiplininin de bu gibi mesajların hazırlanmasına verdiği katkıya mı üzülsem, yitirdiğimiz değerlerimize mi üzülsem bilemedim.
Diyor ki bana ABC Kuyumculuk, anneni ne kadar seviyorsun?
Çok mu, o halde şimdi kalk yerinden, mağazamıza gel.
Kredi kartını tak pos makinesine ve annene olan sevginin kaç haneli karşılığı var görelim.
Desem ki “anneme olan sevgim sizin dükkanınızdaki altınların hepsinin maddi değerinden daha çok”
Ya da; “Bana bütün bu dükkandaki altınları vereceğini söyleseniz, annemin sevgisinin yanında bu çölde kum tanesi gibi kalır” desem acaba Çoklar Kuyumculuk satış personeli bana nasıl tepki verir?
Anneler günü, babalar günü gibi günlerin satış pazarlama alanında önemli bir araç olduklarını biliyoruz.
Çok şükür ki ailemizde böyle günlerde birbirimize sevgimizi anlatmak için hediye almıyoruz.
Hatta bugünlere özel “seni seviyorum” deme ihtiyacı da duymuyoruz.
Çünkü anne veya babama sevgimi göstermek için Mayıs ayının ikinci pazarını beklememe gerek yok.
Annemi, babamı geçen pazar da seviyordum, ondan önceki pazar da, 20 yıl önceki pazar da.
O yüzden bugünlere özel tekrar hatırlatmama gerek yok.
Ve ne mutlu ki, ne çok kıymetli babacığımın, ne de çok kıymetli anacığımın da biz evlatlarından böyle bir talebi yok.
Hatta acaba anacığım böyle bir günde bir hediye ile anılmak ister mi diye bir sefer kendisine sorduğumda “ Yok oğlum ne gereği var, bizi ne kadar sevdiğinizi biliyoruz, özel bir güne gerek yok” demişti kocaman yüreği ile.
Canım anacığım.
Demem o ki ABC kuyumculuk ve benzeri pırlanta, değerli eşya mağazaları, anacığım gibi bilinçli, materyalizmin tuzaklarına düşmemiş, tasarruf ve kanaatın zirvesini yaşamış, hayatlarında geçimlerini helal yoldan kazanmış, parayı zor kazanıp zor harcamış, sevdiklerine sevgisini materyal unsurlarla, beyaz eşya ile, altınla, pırlanta ile değil bilakis sevdiklerine verdikleri değer ve davranışlarla gösteren bir neslin çocuklarını bu reklamlarla etkileyemezsiniz.
Bence strateji değiştirin.
Bizlerin anne ve babasına duyduğu değer karatla, altın gramı veya ayarı ile ölçülmüyor.
Yani sizin anlayacağınız bizden size ekmek çıkmaz vesselam…

Anne – Babanın Evlatları Üzerindeki Talepleri Hakkında Bir Temenni

Bu yazıda, okuduğum bir kitapta geçen bir alıntının bana düşündürdükleri ile ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Öncelikle alıntıyı paylaşayım:
“Psikanalizin bize öğrettiği şey, arzularımızın daima ayrılmaz bir biçimde başkalarının arzularına bağlı olduğudur.
İlk etapta bunlar ebeveynlerimizin arzularıdır.Çünkü ebeveynler başarılı ve tatminkar bir hayata ilişkin bütün umut ve isteklerini yeni doğmuş çocuklarına yüklerler, fakat ayrıca kendi doyurulmamış rüyalarını ve büyük amaçlarını da çocuğa yüklerler”.

Bu cümlelerden sonra düşündüm.

Gerçekten de birçok anne baba böyle yapmıyor mu?

“Örneğin ben okuyamadım, oğlum okusun.”

“Ben doktor olamadım, kızım doktor olsun bizi muayene eder.”

“Ben şunu yapamadım, oğlum yapacak” gibi onlarca cümle kimi zaman dilimizin ucuna gelir, kimi zaman söylemesek de aklımızın bir köşesinde bu vardır.

Oysa ki dönüp sormayız çoğu zaman ” acaba sen ne olmak istersin?, hangi işte daha mutlu olursun, sen hayatını nasıl sürdürmek istersin ?” diye.

Netice itibari ile diyorum ki evlat sahibi olan anne ve babalar lütfen evlatlarınızı kendi yaşamadığınız (bir manda size nasip olmamış) hayatı yaşamaya zorlamayın.

Bunun yerine hayatına ilişkin temel çizgileri çizip onun içinde evlatlarınızın hayatını yaşamasına izin verin.

Hayata ilişkin temel çizgiler ne olabilir?

Örneğin ” Oğlum/ kızım helal lokma ye, haram kazanç sağlama”,

“Oğlum / kızım yaptığın işten, seçtiğin meslekten insanlar zarar görmesin, insanların faydasına işlerle meşgul ol”,

” Oğlum / kızım vatana millete hayırlı işlerle meşgul ol” gibi temel çizgiler olabilir.

Bence bu konu geleceğimiz açısından çok mühim.

Bu manada buradan meslek seçimimde, hayatımı sürdüreceğim tercihleri belirlemede bana ” helal kazanma” ve “ülkesine ve milletine faydalı olma ” dairelerinin önemini vurgulayıp bu daire içinde beni serbest bırakan bir anne ve babaya sahip olduğum için ne kadar şükretsem az.

İnşaAllah ben de kendi evladımı “helal kazanma” ve ” vatana millete faydalı olma” çerçevesi içinde serbest bırakan bir baba olurum.

Bu yolda yürümeye niyetliyim.

Bu bile önemli bence…

Kadın ve Erkeğin Sosyal ve İletişimsel Farklılıkları Üzerine Etkili Bir Seminer Videosu

Değerli takipçiler,

Bugün burada sizlerle bir seminer videosu paylaşmak istiyorum.

Seminerin asıl başlığı “Kadın ve Erkek Arkeolojisi” adını taşıyor.

Semineri veren benim de mensubu olduğum Düzce Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmakta olan İdris Şahin hocamız.

İletişim derslerinde küçük başlıklar halinde kadın ve erkeğin iletişimsel farklılıklarına ben de değiniyordum.

Bu konu hakkında detaylı bilgi almak isteyenleri bazı  kitaplara yönlendiriyordum.

Artık bu konuda hızlıca bilgi isteyenlere aşağıda sizlerin de istifadesine sunduğum videoyu da paylaşacağım.

İdris hocamızın enerjik sunumu ile birlikte kadın ve erkeğin psikolojik, sosyal ve iletişimsel farklılıkları üzerine keyifli bir video.

Hocamızın eline, zihnine, diline sağlık.

İlgilenenler için keyifli seyirler…

 

 

 

 

Kişilerarası İletişimde İkna İçin Temel Bir Kural: “ Gerekçe sunmak, ikna eder”

Bu yazımda kişilerarası iletişimde ikna süreci ile ilgili önemli bir kuralı uygulamalı bir örneği ile açıklamak istiyorum.

Kişilerarası iletişimde temel kurallardan biri şudur “ eyleme geçirmek istediğiniz kişiye eyleme geçirmek istediğiniz iş için sebep gösterin”.

Bu kuralı kitaplarda okumuştum.

Ancak uygulamalı bir örneği ile kendi ailemde karşılaşınca bu sözün doğruluğunu daha iyi anlamış oldum.

Hikaye ben ve oğlum arasında geçiyor.

Rabbimin bize lütfu olduğunu düşündüğüm 4 yaşına yeni girmiş bir oğlum var.

Kendisi  sanırım  daha çok erkek çocukların sahip olduğunu düşündüğüm bir özelliğe sahip “inatçılık”.

Oğlumun en sevdiği şeylerden biri sanırım bir yere giderken benim kucağımda seyahat etmek.

Hiç yalana gerek yok. Benim de evladımı kucağıma almak beni çok mutlu ediyor.

Ancak oğlum şu sıralar yaklaşık 14 kilo civarında ( maşaAllah) ve artık onu kucağımda taşımak biraz yorucu olmaya başladı.

Bununla ilgili kendimce bir karar aldım. Artık çok mecbur olmadıkça onu kucağıma almama kararı.

Ancak bunu ona anlatmak zor oldu.

Her dışarı çıktığımızda o kucağıma gelmek istiyor. Ben ise “hayır, kucak yok, yürümelisin” diyordum.

Ve sonuç oğlumun ağlamalarına dayanamayan benin, onu kucağıma alması ile son buluyordu.

Ancak bir gün gerçekten kolumun oğlumu taşımanın da verdiği sıkıntı ile ağrıdığını hissettim.

Oğlum yine dışarı çıktığımızda “baba kucak al” dedi.

Ben de plansız bir şekilde “ oğlum babanın kolu acıyor, seni kucağa alamaz, yürür müsün?” dedim.

Sonuç, memnun olmasa da ağlamadı ve yürüdü.

Sonra birkaç kez daha aynısı oldu, ben de istikrarlı bir şekilde kolumu da göstererek “oğlum, kolum acıyor o yüzden yürümelisin” dedim.

Artık oğlum daha az kucak demeye ve daha fazla yürümeye başladı.

Elbette arada mutlaka kucağa alıyorum.

Bu hem benim hem onun için bir terapi gibi .

Ancak uzun mesafeli yürümelerde kucağa gelmek yerine yürüyor. Zaten bu onun için de daha sağlıklı. Yürüme ve koçma hareketleri daha sağlıklı oluyor.

Şimdi bu kişisel tecrübeden çıkardığım ve kitaplarda okuduğumu birleştirdiğimde ortaya sonuç çıkıyor “ Bir kişiden bir davranış değişikliği göstermesini istiyorsanız, ona bunun nedenini söyleyin”.

Sadece davranış değiştir demekle olmuyor.

Yani bir çocuk senden bir oyuncak istediğinde “ onu alamam” demek yeterli değil. Bunun yerine “oğlum onu alamayız, çünkü cüzdanım yanımda değil veya pahalı” demek gibi.

Aynı şekilde birisine “ şu kağıyı kapat” diye emretmek yerine “ şu kapıyı kapatır mısın? Dışarından çok ses geliyor” demek daha doğru.

Bu söylediğim kural 3 yaşında çocuk için de 35 yaşında bir kişi içinde 70 yaşında bir amca için de geçerli.

Aynı bir siyasi partinin “bize oy ver” demesi ile “ bize oy ver ki istikrar sürsün” ya da “bize oy ver ki iktidar gitsin yerine biz gelelim” söylemlerinde olduğu gibi.

Hatta dini kitaplarda dahi Allah kullarına iyi insan olmaları gerektiğini anlatırken sadece “iyi insan olun” demez, “iyi insan olun, emirlerime uyun ki ben de sizden razı olayım ve sizi cennetime koyayım” der.

Elbette bu kadar basit bir bağ kurulmaz ancak ben burada kısaca anlaşılsın diye özetledim.

Netice, iletişimde bir eylemin gerçekleşmesini talep ederken karşı tarafa bir sebep / gerekçe / neden belirtmek eylemin gerçekleşme ihtimalini kesinlikle artırıyor.

Denemesi kolay.

Etrafınızdaki kişilere bir iş yaptırmak istediğinizde önce gereke belirtmeden “şunu yapar mısın?” deyin, sonrasında aynı kişiye bir başka zaman aynı eylemi “ şunu yapar mısın, çünkü şöyle oluyor” diye gerekçe belirterek sorun.

Aradaki farkı siz de göreceksiniz.

İletişim önemli azizim…

 

“Reklamın İyisi Kötüsü Olmaz” Demeyelim, Olur…

Sürekli birilerinin özellikle de saçma sapan şeylerle meşhur olan kişilerin söylediği bir sözdür “reklamın iyisi kötüsü olmaz”.

Ben de acizane yıllardır diyorum yahu reklamın elbette iyisi kötüsü olur.
Bir reklam vardır, izleyince reklam hedeflerine hizmet ediyordur, hep beraber deriz ki bu reklam çok iyi hatta Kristal Elma Reklam ödülü alır bu reklam.

Bir başka reklam vardır, izlersin, bir daha izlersin sonra bir daha izlersin ve yanındaki arkadaşına da sorarsın : ” Ben bir şey anlamadım bu reklam ne anlatıyor?” diye.
İşte bu reklam da kötü reklamdır. Ne reklamı yapılan ürün ve hizmete ilişkin hedefine ulaştırır ne de hedef kitlenin anladığı bir mesaj barındırır elbette sonuçta bu reklam Kristal Elma Ödülü falan da almaz.

Bugün bir kaynakta gördüm bu sözün sahibi meğer bizim halkla ilişkiler tarihinde uygulamaları sebebi ile belki de halkla ilişkilerin en kötü uygulamacısı olarak kendisini andığımız P.T. Barnum’muş.

Öğrendiğim iyi oldu.

İşte bunu öğrendiğim satırlar:
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyimini ilk defa kullanan P.T. Barnum, medyanın dikkatini çekebilmek için, sirk yıldızlarını yalandan evlendirmekte, böylece bu gibi düzmece haberlerle medyanın gündeminde sirkine yer edinmektedir. Barnum ayrıca gazetecilere bedava bilet vererek, basının ilgisini çekmeyi garanti altına almaya çalışmıştır.”
(Nuray TOKGÖZ, Halkla İlişkiler Yönetimi, AOF Kitabı, Sayfa:59)

Dolayısı ile Barnum’u niçin halkla ilişkilerin en kötü uygulayıcılarından biri olarak göstermemizin sebebi alıntının içinde gizli. Barnum haber olabilmek adına yalan ve düzmece olaylar kurgulayıp basına servis etmekten çekinmezdi.
Onun tek gayesi bir şekilde basında sirkinin adının duyulması idi. Bunun için de yalan ve düzmece haber de yapılabilirdi.

Dolayısı ile “reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyiminin sahibi, yalan ve düzmece haber yapmakta sakınca görmeyen bir yalancı ise, yalancının söylediği bir sözü kendimize referans almak da ayrı bir gariplik olurdu. Bu da işin felsefi boyutu.

Dolayısı ile reklamın da şöhretin de iyisi de kötüsü de olur.

Bir olay ve hadise ile herkesin tanıdığı bir adam olmak önemli değildir.

Önemli olan nasıl tanındığınızdır.

Tarih boyunca kimi insanlar topluma faydaları ile kimi insanlar ise topluma yönelik kanlı eylemleri ile tanınmışlardır.

Önemli olan nicelik değil niteliktir, netice itibari ile.

Elbette burada bir diğer tartışması yapılması gereken konu da “iyi” ve “kötü” ayrımının nasıl olduğu, nasıl yapılacağı üzerinedir.

Bu da çok derin bir konudur.

Felsefeciler dahi bildiğim kadarı ile bu konuda tam anlamıyla mutabık değildirler.

Yani evrensel bir iyi kavramı var mıdır?  Böyle bir iyi var mıdır? Bir şeyin iyi veya kötü olmasını belirleyen bir belirleyici var mıdır?

Eğer bu konuya girersek çok derin, içinde kayboluruz diye düşünüyorum.

Ancak reklam konusu ile sınırlandırırsak yani reklamın iyisi kötüsü hususunda nasıl belirleyiciler söyleyebiliriz dersek burada devreye kriterler girer.

Yani iyi reklamın veya kötü reklamın kriterleri nelerdir sorusu.

Ancak bu da ayrı bir yazı konusu belki fırsatım olursa bir diğer yazıda da onu yazarım.

Ancak burada benim açımdan çok temel ve basit bir kıstas ( ölçüt, kriter) var bunu paylaşmak isterim.

Ben bir reklamın iyi mi kötü mü olduğuna karar verirken “reklam amaçlarına hizmet edip etmemesine ve bu alandaki başarısına bakıyorum”.

Bilindiği üzere reklamın temelinde bir duyuru gayesi olmakla beraber reklam amaçları kendi içinde farklılaşabilir.

Bazı reklamlar vardır, yeni bir ürün veya hizmeti tanıtır, bazı reklamlar vardır kurumun genel itibarına veya liderine yönelik bir itibar artışı sağlamayı hedefler, bazı reklamlar vardır kurum hakkında çıkan asılsız bir haberin olumsuz tesirini gidermeye çalışır” gibi gibi artarak devam edebilir.

Dolayısı ile bir reklam diyelim ki A grubu müşteriler üzerinde ürünümüzün satışlarının % 10 artırılmasını hedeflemekte ve bu gayeyle oluşturulmuş olsun.

Reklamı yaptık, yayınladık. Reklamın üzerinden araştırma için makul bir süre geçtikten sonra ürünümüz satışlarında artış olmuş mu? Buna bakarım. Sonra bu artış A grubu müşterilerim üzerinde %5 düzeyine ulaşmış mı? Bunu araştırırım. Eğer hedefime ulaştı ise bu reklam bana göre iyi reklamdır.

Veya şirketimiz hakkında basında asparagas bir haber çıktı ve bu şirketimizin itibarını zedeliyor.

Bu konu ile ilgili ilk olarak bir araştırma yapar ve şirket itibarımın ne durumda olduğu ve bu haberlerin bu itibara etkisini ölçümlerim.

Sonrasında itibarımın olumluya doğru geçiş yapması için reklam filmimi hazırlarım, yayınlarım.

Üzerinden makul bir süre geçtikten sonra tekrar araştırma yaparım.

Eğer araştırma sonuçlarına göre reklam filmimden sonra kurumumun itibarında olumluya doğru gidiş varsa, reklam amacına hizmet etmiştir, yani iyi bir reklamdır. Ancak yapılan araştırmalarda eğer itibarımda olumluya doğru bir gidiş yoksa, o reklam bana göre kötü bir reklamdır.

Hemen şunu duyar gibiyim, bazılarımız şu soruyu soracaklar “ İyi de reklam tekniği açısından çok başarılı bir reklam, içerisinde yer alan oyuncular diyelim ki Türkiye’nin en iyi tiyatrocuları, grafik animasyon teknikleri açısından mükemmele yakın sayılabilri olsa da mı bu reklam kötü?” .

Elcevap üzücü ancak bana göre bahsettiğimiz reklam, benim irdelediğim kritere göre “kötü”. Özür dilerim. Bu bazılarınca emeğe saygısızlık, bazılarınca mükemmeliyetçilik olarak değerlendirilebilir.

Ancak ben ikisi de olduğunu düşünmüyorum.

Benim tek söylediğim reklam amacımın ölçülebilir bir boyutu varsa ben bunu ölçmekten ve sonuca ulaşan bir işin başarılı sonuca ulaşamayan bir işin ise başarısız olduğunu düşünüyorum.

Yani reklamın iyilik ve kötülüğü hususunda sonuçlara bakarak bri değerlendirme yapılabileceğini savunuyorum.

Elbette sonuçları ölçmenin de çok zahmetli ve maliyetli bir iş olduğunu da biliyorum.

O yüzden birçok şirket yöneticisi reklam etkililiğini ölçtürmekten korkuyor. Bunun altında yatan sebep ise onca para döktüğü işin sonunda karşılığını alamadığını görmenin insanda oluşturduğu dayanılmaz acıdan kaçınma hissi.

Şimdi tüm bu yazdıklarımın sonunda biraz tebessüm etmek için Show TV’de yayınlanan Güldür Güldür Show adlı tv komedi yapımının “Reklam Nasıl Yaratılır?” konulu skecini paylaşmanın faydalı olduğunu düşünüyorum.